UNESCO Türkiye Millî Komisyonu
UNESCO Türkiye Millî Komisyonu

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu

Komite Raporları

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu

İletişim İhtisas Komitesi

COVID-19 ve İletişim Raporu

 

UNESCO’nun COVID-19’a Bilgi ve İletişim Sektöründeki Yanıtı

            Küresel bir sağlık krizi olan COVID-19, UNESCO’nun misyonunu ve çalışma alanlarını derinden etkilemiştir. Bilimsel işbirliğinin küresel bir sağlık sorunu hususunda ne kadar gerekli olduğunu ortaya çıkaran COVID-19 dönemi, sürekli eğitimin sağlanması ile doğru ve güvenilir bilgiye erişim konularının önemini de bir kere daha gözler önüne sermiştir. Kısıtlamaların arttığı bu dönemde, bilgi ve kültürün insanlığın birlikteliğini artırmak üzerindeki rolleri yadsınamaz. UNESCO, insanlığın ortak bağlarını güçlendirmek adına hükümetleri, uzaktan eğitim, açık bilim ve bilgi ve kültür paylaşımı konusunda desteklemeye devam etmektedir.

İfade özgürlüğü ile kamu sağlığı hakkında bilgiye ve kaliteli habere erişim COVID-19kriz karşısındaki esas gerekliliklerdir. Dünyanın, COVID-19’un yayılışına doğru tepkiyi verebilmek, diğer ülkelerin deneyimlerinden faydalanabilmek ve artan bilgi kirliliği ile mücadele edebilmek adına profesyonel gazetecilik ile güvenilir bilgiye hiç olmadığı kadar çok ihtiyacı bulunmaktadır. UNESCO; Açık Eğitim Kaynakları (OER), doğru haber teyitleri ile medya ve bilgi okuryazarlığı kaynaklarını teşvik ederek yanlış bilginin yayılmasını engellemeye çalışmaktadır. Ek olarak, yapay zekâ gibi dijital teknolojilerin kullanımını da destekleyerek, salgınlarla mücadelenin tarihsel yönünü vurgulamak adına belgesel mirasına da sahip çıkmaktadır.

Salgın ile paralel ilerleyen yanlış bilgi krizi, toplulukların bu durumdan doğrudan etkilenmesine neden olmuştur. Yanlış ve eksik bilgilerin çok büyük etkileri olduğu ve hayati meselelerde karışıklık yarattığı kanıtlanmıştır. UNESCO, doğru bilgi paylaşımında bulunmak, bu bilgileri olabildiğince yayabilmek ve güvenilir kaynaklar yoluyla yanlış bilgi aktarımının önüne geçebilmek adına iki farklı metin yayınlamıştır. COVID-19’a dair yanlış bilgi aktarımının sonuçları, siyaset ve demokrasi gibi diğer alanlara kıyasla fazlasıyla ölümcüldür. Bu doğrultuda, UNESCO’nun Bilgi ve İletişim Sektörü altında yer alan çalışmaları, bu krizi “yanlış bilgi salgını” (disinfodemic) olarak ele almaktadır.

UNESCO, "Yanlış Bilgi Salgını: COVID-19 Bilgi Kirliliğinin Deşifre Edilmesi" ve "Yanlış Bilgi Salgını: COVID-19 Bilgi Kirliğine Yönelik Yanıtların Açıklanması" başlıklı metinlerinde;

  • Krizin sürmesine sebep olan yaygın bilgi kirliliği tiplerini analiz etmektedir,
  • Bilgi ekosistemindeki kirliliğe, insanların, medyanın, dijital iletişim şirketlerinin ve hükûmetlerin nasıl tepkiler verdiğini incelemektedir,
  • Yanlış bilgi salgınıyla mücadelede gerçekleştirilen eylemlerle ilgili düşündürücü noktalar öne sürmektedir,
  • Kısıtlayıcı tedbirlere bağlı olası riskleri değerlendirmektedir ve
  • Krize verilen yanıtların, bilgiye erişim, ifade özgürlüğü ve mahremiyete dair uluslararası insan hakları standartlarını sağlamak için nasıl geliştirilebileceğine dair tavsiyeler sunmaktadır.

 

Prof. Dr. G. Deniz BAYRAKDAR: COVID-19: İletişim Miladı

COVID-19, iletişim açısından bir milat olarak kabul edilebilmektedir. Bu dönemde, sağlık ve iletişim başat roller oynamışlardır. COVID-19 bir milat olarak, öncesi ve sonrası şeklinde bir algı yaratmış, bu algı iletişim mecraları vasıtasıyla yaygınlaşmış ve özellikle sağlık politikalarının resmi politikalarla eşgüdümlü yürütülmesi konusunda ülkeler açısından ortak muhafazakâr bir iletişim dilinin oluşmasını, yaygınlaşmasını ve aynı şekilde vatandaşları tarafından kabulünü de gerçekleştirmiştir.

Bu milat aynı zamanda iletişimin hedefi olan nesilleri de ortadan ikiye bölmüştür. Çocuklar, gençler ve yaşlılardan oluşan 20 yaş altı ve 65 yaş üstü grup bir nesil; üretimi sürdürmek, çalışmak zorunda olup demografik olarak ortada kalanlar ise başka bir nesil olarak ayrışmıştır. 10 Nisan 2020 Pazar günü, 65 yaş ve üstü vatandaşların sokağa çıkma yasağı kaldırılmıştır. Yapılan röportajlarda bu gruba ait bir bireyin söz konusu sürece dair düşüncelerini “Kırgınım” şeklinde ifade ettiği ve yüzünü kameradan kaçırdığı gözlemlenmiştir.

11 Mart ile başlayan süreçte iletişim, yeni vaka ve kayıpların sayısının açıklanması ile insanların algılamasında tüm dünyada bir şartlanmış bir reflekse neden olmuştur. Bu bilgi ve iletişim, dünyada yaşanan savaş, doğal afetler gibi felaketlerin bazen duyulmadığı ya da algılanmadığı durumlardan çok farklı olarak aynı anda, aynı hissiyatla bütün insanlık tarafından paylaşılmıştır. Bir hayatta kalma içgüdüsü bu her akşam gerçekleşen vaka anonsuna kilitlenmiş ve zaman içinde ikinci döneme geçildiği bilgisi ile COVID-19 miladından önceki yaşantıya adım adım geçiş için hazırlık başlamıştır.

Bu süreçte iletişim kanalları; internet, sosyal medya, mobil telefonlar, televizyon, radyo sadece dış dünya ile değil yakınlarla da bağlantının elzem araçları olarak ön plana çıkmıştır. Yıllardır eleştirilen, sadece tablet ve telefon gibi araçlarla, ikinci ekranı da hayatında sürekli kılan genç nesil bu sürece iletişim açısından en rahat adapte olan nesil olmuştur.

COVID-19, özellikle kentlerde gündelik yaşamı, buluşma ve iletişim noktalarını şu anda geçersiz kılmıştır. Milat sonrası bu alanlarda bir dönüşüm yaşanması beklenmektedir. Artan temizlik ve sosyal mesafe ihtiyacı; birlikte yemek yeme, film seyretme, alışveriş yapma, kahvelerde buluşma,  sohbet etme, maça gitme, beğenileri paylaşma gibi paylaşımları da değiştireceği düşünülmektedir. İletişimin kişilerarası boyutunda görme, işitme, dokunma, koku alma ve bunların her birinin alaşımından ortaya çıkan bir hissediş yerini, ağırlıklı görme ve işitme merkezli kitle iletişim araçları, internet ortamında buluşma ve mobil telefonlara bırakmıştır. Desmond Morris’in yetmişli yılların ortasında kültürlere bağlı olarak değişen sosyal mesafeyi belirttiği gibi tanımlaması şu anda tüm dünya için önerilen ve hatta şart koşulan mesafe insanları uzaklaştıracaktır, ancak yine bu oranda iletişim ortamları ile de her anı takip edebilmek mümkün olacaktır.

Açık hava buluşmalarının ve sokak ve caddelerin geniş buluşma alanları olarak kullanılmasının gündeme gelmesi beklenmektedir. Arielle Pardes[1] “Virüs kendi saatini yarattı”  demektedir. Korona’nın saatini, başka bir deyişle yeni zamanını veya zamansızlığını hep beraber kurduğumuzu söylemek mümkündür. İkinci aşamaya geçildiğinin bilgisi bir dönüşüm ve değişim içermesi açısından bunu yaşayan tüm ülkelerde bir bahar esintisi yaşatmıştır. Özellikle aşının bulunduğuna dair haberler bir anda kendi yeni zamanını yaratmıştır. Karantina sürecinde geçmiş, gelecek ve şimdi, iç içe esnek bir ruh haline ve hatta geniş zamana dönüşmüş, yavaşlamış ve olağanlaşmıştır. Özellikle sağlık çalışanları ve çalışmak zorunda olan insanların zamanının ise daha farklı yaşanması beklenmektedir.

Sinema Sektörü

COVID-19 miladından sonra sinema sektörünün I. Dünya Savaşı ve Büyük Bunalım yıllarında yaşanan krizden daha da zor dönemleri yaşayacağı açık olarak gözlemlenmektedir. Bunun özellikle dağıtım ve gösterim şirketleri ve mecraları açısından bir zorluk yaratması beklenmektedir. Üretim şirketleri içinde de daha sıra dışı olanların giderek yok olması beklenmektedir. Dev şirketler yapımlarını veri akışı platformlarına yönelik yapmaya ve ayrıca filmlerin sinemalarda gösterildikten sonra DVD vb. şekilde pazarlanması süreleri kısalmaya başlamıştır. Bu durumun da giderek artan bir yaklaşım olacağı tahmin edilmektedir. Dikey sinema örgütlenmesi yerine yapımcı şirketler ve bu platformlar sinema endüstrisini ve giderek içeriklerini belirler hale gelecekler denilmektedir.

Bunun sonucunda seyircinin film konularını, film türlerini, senaryoyu, oyuncuları ve hatta giderek yönetmenleri de dolaylı biçimde belirledikleri bir sürece doğru gidileceği beklenmektedir.

Bu süreçte art-house ve dar bütçeli filmlerin yapımı sınırlanarak ve elenerek devam etmesi düşünülmektedir.  Gösterim mekânları konusunda, mevsimlerden yaz ise açık hava sinemaları, büyük kentlerde az sayıda da olsa arabayla gidilen seyir mekânları ve ayrıca butik film izleme salonları şeklinde çeşitlendirilmesi önerilmektedir. AVM içerisindeki salonlar bu şekilde düzenlenerek, az sayıda seyirci ile daha fazla matine ve suare şeklinde ayarlamaların yapılması planlanmaktadır.

Sinemanın karanlık bir ortamda, başka hiçbir işle meşgul olmadan film izleme eylemi ve toplu halde film seyretme hazzını vermesi nedeniyle “sinemaya gitme” alışkanlığının değişerek geri gelmesi beklenmektedir. Savaşlar, ekonomik buhranlar, teknolojik değişimler Godard’ın “Weekend” filminin sonunda attığı “sinemanın sonu” [2] başlığına karşın sinema başka mecralarda yaşamaya devam etmiş ve anlatıları değişmiştir. Bu yıl Oscar ödülünü kazanan “Parasite” filmi Batı ülkelerinde rekor gişe hasılatı yapmış, film son sahnesinde COVID-19’dan önce evlerinin altındaki sığınaklarda, bodrum katlarında farklı nedenlerle tutsak olan, tecrit olan ve çıkışı olmayan insanları gösterilmiştir.

Türk Sineması 90’ların ortasından itibaren başarılı sanat filmlerinin üretildiği ve sinemaya gitme alışkanlığının yeniden kazanıldığı bir dönem yaşamıştır. Öte yandan diziler bir ara verilmiş olan Yeşilçam geleneğini güncelleştirmiş, tiyatro ve sinema bir şekilde bu dizilerde sektör olarak buluşmuş ve yapım ve ihracat ile önemli ekonomik bir girdi sağlanmıştır. Bu aşamada filmlerin ve dizilerin yapım süreçlerinin bir süre daha ertelenmesi, ancak yeni anlatım yöntemleri, süreleri ve oyunculuk metotları ile dizilerin sinema endüstrisini de harekete geçirmeleri beklenmektedir. TRT ve özel kanallarda bazı ilk denemeler yapılmış, oyuncular evlerinden daha doğaçlama bir senaryo ile dizilerini gerçekleştirmişlerdir. Öte yandan İKSV gibi film festivalleri bir süre ertelenmiş ve sonrasında yapılan buluşmalar için gerekirse çevrimiçi ortamlar üzerinden devam edilmesi planlanmıştır. Bunlara ek olarak, dünyada pek çok uluslararası festival çevrimiçi olarak yapılmaktadır.

Televizyon şu aşamada tüm izleme süresi açısından COVID-19 miladından önceki yerini korumuş ve hatta daha da sürelerini artırmıştır. Televizyon formatları açısından bu süreç çok gelişime yönelik olmamıştır. Haber programları, ağırlıkla sağlık programlarına dönüşmüş, canlı haber için dış çekimlerde olan muhabirlerin boş sokaklarda yapabilecekleri haber konuları daralmıştır. Söyleşi, tarih, felsefe ve kültür konuşmalarında konuşan kafalardan oluşan programlarla televizyonun yenilikler getirmediği ve kendisini de bu süreçte geliştirmediği pek çok uzman tarafından tartışılmaktadır. TRT 2 eski yaklaşımını canlandırmak için konserler, sanat programları ve özellikle film kuşakları ve standartlaştırdığı şık görselliği ile bunlardan ayrışmaktadır.

Bu araçların eğitim mecrası olarak kullanımlarında daha yenilikçi metotların geliştirilmesi, öğrencilerin sınavlar yerine daha çok yazmak, okumak ve eleştirel bir bakış geliştirmek üzere yönlendirilmelerinin bu süreçte kazanacağı düşünülmektedir.

COVID-19, “bilgi kirliliği salgını (disinfodemi)” ve “teyitçilik (fact checker)” kavramlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Özellikle bilgiye erişimin ve internet ortamlarının herkese açılması ve parasız kullanımının yaygınlaştırılması önlenemez bir paylaşım salgınını beraberinde getirmiş, sonrasında ise mesajlaşma ve sosyal medya uygulamalarında kısıtlamalara gidilmek durumunda kalınmıştır. 

Sonuç olarak, COVID-19 bir milat olarak yeni bir dünya düzenine alışmak için bir kırılma noktasını ifade etmektedir. Bu süreç, küreselleşmenin, doğayı tahrip etmenin, insanın insanı dinlemediği ve anlamadığı bir dönem yerine iletişim araçlarının bu taşıyıcılığı üstlenmeye başladığı, toplumsal mesafelerin daha da arttığı yeni bir dönemi ifade etmektedir. Bu dönemin sonunda insanlığın, küreselleşmeyi ortak menfaatler ve insanlığın ilerlemesi için kullanmasının bir fırsat, ancak bu travmatik süreçten ders almadan bir kazanca çevirme miladı olarak düşünmesinin ise büyük bir kayba sebep olacağı değerlendirilmektedir. Uzmanlar, iletişimin hep umut dolu olmasını, bu miladın tüm dünya için ders alınacak ve saatleri yeniden kuracağımız bir dönüm noktası olmasını temenni etmektedirler.

 

Dr. Hilmi BENGİ: COVİD-19 Sürecinde Türk Basını

COVIDCOVID-19 salgını insan hayatında hiç öngörülmeyen değişiklikler yaparken, boyut değiştiren iletişimin önemini bir kat daha artırmıştır.

Türkiye’de internet kullanımı son yıllarda büyük artış göstermektedir. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Türkiye Elektronik Haberleşme Sektörü 2019 Yılı 4. Çeyrek Raporuna göre, 2019 yılı 4. çeyrek sonunda sabit genişbant abonelerinin aylık ortalama veri kullanımı 119,3 GB’ye yükselmiştir.  2019 yılı sonunda ise mobil genişbant internet abonelerinin aylık ortalama kullanımı 6,7 GB seviyesinde gerçekleşmiş, 4.5G abonelerinin veri kullanımı aylık 9 GB’ye kadar çıkmıştır. BTK’nın 2020 yılı ilk çeyreği ile ilgili verileri henüz açıklanmadığı için COVID-19 sonrası internet kullanımındaki artışın istatistiki sonuçları henüz belli olmamıştır. Ancak, bu konuda Türkiye’de faaliyet gösteren GSM operatörlerinin açıklamaları mevcuttur. Buna göre Küresel salgın sonrasında, özellikle mobil telefonlar ve tablet ya da bilgisayarlar iletişim aracı olarak ön plana çıkmıştır. Sadece iletişim amaçlı değil, eğlenmek ve vakit geçirmek için de bu araçların dolayısıyla da internetin kullanımı artmıştır. Anadolu Ajansı’nın GSH operatörlerinin yöneticilerinden derlediği bilgilere göre evden çalışma ve uzaktan eğitim ya da zaman değerlendirme gibi sebepler yüzünden geniş bant internet kullanımında ortalama yüzde 50, bazı saatlerde yüzde 80’e varan artış yaşanmıştır. GSM firmaları bu gelişme karşısında bu alandaki yatırımlarını artırmışlardır.  

Anadolu Ajansı’nın Kaspersky firmasından sağladığı verilere göre ocak ayının ilk haftası ile mart ayının son haftası kıyaslandığında, çocukların web sitesi ziyaret sayısı yüzde 250 artmıştır.

Anadolu Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Sosyal Medya ve Dijital Güvenlik Eğitim, Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Eraslan’ın araştırmasına göre dört günlük sokağa çıkma yasağı uygulandığı dönemde internet kullanımında yaklaşık olarak dört kat artış yaşanmıştır.

Bu veriler ışığında küresel salgın sonrası ile ilgili olarak şu değerlendirmeler yapılabilir.

İletişim görsel araçlarla kurulmaya başlanmış, bununla beraber sosyal medya kullanımı da artmıştır. Gazete baskılarında ise düşüş yaşanmıştır. Günlük gazetelerin toplam baskısını bundan 10 yıl önce neredeyse sadece bir gazete bile sağlayabilmekteyken, günümüzde en çok satan gazetenin bile günlük baskısı 190 binin altında seyretmektedir. Gazeteler özellikle sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde özel izinli dağıtıcılar yoluyla okurun ayağına getirilmeye çalışılmıştır. Bazı gazeteler evlere gönderilmiştir. Gazetelerin dijital sürümleri daha fazla izlenilir hâle gelmiştir.

Eve kapanan bireyler mobil telefon ya da bilgisayarlarla yalnızca arkadaş, eş, dost ve yakınlarıyla değil, tanımadığı kişilerle de görüntülü iletişim kurmaya başlamışlardır. Adeta sokağa çıkamayıp eve hapsolan birey, telefon ya da bilgisayarının kamerasını dünyaya açılan bir pencere hâline getirmiştir. Dünya bir odaya sığmıştır. Ya da bir odada inzivaya çekilmek zorunda kalan birey münzevi hayattan sıyrılmak için teknolojinin verdiği imkânla dünyaya açılmıştır. 20 yüzyılın sonlarında dünyada internetin yaygınlaşmasıyla yerel değerler kendi yerelliğini aşmış ve küreselleşmiş olduğundan, küreselleşme ön plana çıkmıştır.. Küreselleşmenin yerini glokalizmin (yerel özellikleri koruyarak küreselleşme) aldığı bir dünyadan söz edilmeye başlanmıştır. Küresel salgın sonrasında yeni bir aşama kaydedilmiş ve belki yerelin küreselleşmesinden kişinin küreselleşmesine evrilen bir süreç yaşanmıştır.

Akıllı telefonların görüntülü arama fonksiyonları daha fazla kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle COVID-19 salgını sürecinde kısa video paylaşımlarının yer aldığı TikTok, en fazla indirilen uygulama olmuştur. "Instagram, Türkiye kullanıcılarına salgın sürecinde yeni özellikler sunmuştur. Daha önce başka ülkelerde kullanılabilen Instagram müzik etiketi Türkiye'deki kullanıcılara açılmıştır. Anı hesabı uygulaması başlatan Facebook görüntülü konuşma alt yapısını hazırlamıştır. Twitter, araştırmacıların COVID-19 hakkındaki tweetlere daha kolay erişmesini sağlayacak "Korona Virüs Kontrol Paneli"ni uygulamaya koymuştur. Twitter, salgın döneminde doğru bilginin kaynağına ulaşılması için yetkili bir sağlık kuruluşu veya kuruluşla ilişkilendirilmiş e-posta adresi olan sağlıkçıların hesapları için "mavi tik" uygulanacağını bildirmiştir. WhatsApp, daha önce 4 kişi ile yapılabilen çoklu görüntülü konuşma sayısını 8’e çıkarmıştır; ayrıca salgın sürecinde yalan haberlerin yayılmasını önlemek için “sadece bir kişiye gönderildi” özelliğini devreye sokmuştur. Skype, Apple'ın FaceTime'ı, WhatsApp gibi uygulamaların yanı sıra Turkcell’in uygulaması olan BIP 10 kişiye kadar çoklu görüntülü konuşmaya imkân sağlayacak yazılım geliştirmiştir. Instagram ve TikTok, salgın döneminde kullanıcıların hayır kurumlarına bağış yapmasını kolaylaştıracak özellikler geliştirmişlerdir.

Başta eğitim olmak üzere video konferans/görüntülü toplantılarda Zoom uygulaması ön plana çıkmıştır.  Bloomberg’de yer alan habere göre sadece Mart ayında 50 milyon kullanıcı tarafından indirilen Zoom uygulaması 200 milyon aktif kullanıcı sayısına ulaşırken şirketin piyasa değeri 50 milyar dolara yaklaşmıştır. Video konferanslar için başka yerli ve yabancı uygulamalar da yarışta yerini almaktadır. ASELSAN'ın iştiraklerinden olan BİTES, XperLMS adlı çevrimiçi eğitim platformunu geliştirmiştir. HAVELSAN da güvenliliği ön palana çıkaran görsel toplantı uygulaması HAVELSAN Diyalog’u devreye koyma hazırlığı yapmaktadır. 

Salgın sürecinde sosyal medyadaki gerçek dışı haber, bilgi ya da paylaşımlara karşı bir önlem almak, bilgi kirliliğini ortadan kaldırmak amacıyla Sağlık Bakanlığı, “Hayat Eve Sığar” adlı bir uygulama hazırlamıştır. Uygulama ile kişinin sağlık durumu takip edilmekte, korona virüs ile ilgili bilgilendirme, alınacak önlemler, kişinin bulunduğu konumun durumu ve salgının yoğun olduğu bölgeler hakkında bilgi verilmektedir. Sağlık bakanının açıklamalarının da yer aldığı uygulamadan salgınla ilgili veriler güncel olarak takip edilebilmektedir. Uygulama üzerinden maske talebi yapılabilmekte ve gerekli durumda sağlık kuruluşu ile iletişim kurulabilmektedir.

Salgın sürecinde dizi setleri faal olmadığı, canlı yayın imkânları da kısıtlı olduğu için televizyon kanalları yayın saatlerini “nostalji” kuşakları ile eski film ya da dizilerle doldurmuşlardır. Haber kanalları başta olmak üzere daha önceden konuk ağırlayan televizyon programlarının konukları evlerinden görüntülü olarak programa katılmışlardır. TRT bazı dizilerini yeni sürece uyumlu hale getirmiştir. “Tutunamayanlar” adlı dizi “Tutunamayanlar Çevrim İçi”ne, “Kalk Gidelim” adlı dizi “Kalk Gidelim Eve” şekline dönüşmüştür. “Ev Yapımı” dizisiyle COVID-19 oyuncuların ve yakınlarının, çekiminden görüntü aktarımına kadar yayın sürecine katıldıkları yeni bir TV dizi yapım yöntemi gündeme girmiştir. TRT Belgesel kanalı, “Hastane İstanbul Korona” adlı programla salgın sürecinin belgeselini yapmıştır. TRT’nin yanı sıra özel kanallar da yarışma ve tartışma programlarını video konferans şekline dönüştürmüştür. TRT Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yaparak EBA adıyla 3 eğitim kanalını kısa sürede yayına hazırlamıştır.

Sosyal medyanın olumlu ya da olumsuz kullanımıyla hayatımıza yön verdiği, Youtube, Facebook veya benzeri platformların televizyon kanallarına altyapı hazırladıkları günümüzde, sosyal medyanın denetim sorunu yeniden ön plana çıkarken kimin gazeteci olduğu da tartışılır hale gelmiştir. Tirajı bin dolayındaki bir yerel gazetenin basın kartı sahibi veya muhabiri gazetecilik vasfını kazanırken, takipçi sayısı milyonu bulan ve düzgün habercilik yapan bir sosyal medya platformu kurucusu/yayıncısı gazeteci kimliğini kazanabilecek midir? Yerel gazetenin basın kartlı çalışanı sokağa çıkma yasağında görev gereği dışarıya çıkabilirken, takipçi sayısı milyonu bulan bir internet fenomeni, eline kamera ve mikrofonu alıp “ben gazeteciyim” diyerek örneğin boş caddelerin görüntüsünü çekmek için sokağa çıkabilecek midir?

Gazetecilik tanımının günümüz şartlarında yeniden değerlendirilmesi gerektiği uzmanlar tarafından tartışılmaktadır.  Bu sebeple salgın sürecinde konan toplantı yasağının kalktığı bir dönemde toplanacak bir İletişim Şûrasının, iletişim sektöründeki olumlu ya da olumsuz yanların çok yönlü olarak tartışılacağı, COVID-19 sürecinin medyaya yansımalarının ele alınacağı, sorunların çözüm yollarının aranacağı bir platform olabileceği düşünülmektedir. -2002 yılında yapılan İletişim Şûrası bu konuda iyi bir örnek oluşturmaktadır. Şûrada ortaya konan fikirler değerlendirilerek oldukça çağdaş bir basın yasası hazırlanmıştır.- Salgın sürecinde böyle bir toplantıyı fiziki olarak gerçekleştirme imkânı olmazsa bile konunun tarafı olan her kesimden (habercisinden yayıncısına, çalışandan patrona, gazete, radyo ve televizyon kuruşlarının yanı sıra internet üzerinden yayın yapan haber portalleri, gazeteler, dijital kanallar, sosyal medya kuruluşları, meslek örgütleri vs.) görüşlerin toplanıp analiz edilmesi düşünülmektedir. Bu konuda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının öncülüğünde bir girişim başlatılabilir denilmektedir.

 

Berna KÜREKÇİ ŞENDİR: COVID- 19 ve İletişim: Ne kadar söz varsa, düne ait

31 Aralık 2019’da Çin, Dünya Sağlık Örgütü’ne Vuhan Kenti’nde bilinmeyen gizemli bir solunum yolu hastalığının ortaya çıktığını bildirmiş,11 Mart 2020’de ise “Küresel Salgın” ilan edilmiştir. COVID-19’la savaş sürecinde tüm dünya tıp alanı ve iletişim alanı olmak üzere iki konuya odaklanmıştır.

İçinde bulunduğumuz süreç, tüm dünyaya “Yeni normal” olarak tanımlanan COVID-19 sonrası için, ‘”uzmanlık” kavramının önemini hatırlatmıştır. Tıpta ‘uzmanlık’ tartışmaya kapalı olarak nitelendirilmektedir. Bu dönem, sistem doğru kurulduğunda toplumların umutsuzluğa kapılmadığını, sisteme güvendiğini ve oluşan güvenle kitlelerin sağlığının, geleceğinin korunduğunu göstermiştir.

ABD’de 79 yaşındaki Halk Sağlığı uzmanı Dr. Anthony (Stephen) Fauci COVID-19 sürecinde "yeni halk kahramanı" haline gelmiştir. Dr. Fauci, yer yer siyasi otoriteyle karşı karşıya gelse de, bulaşıcı hastalıklarla ilgili bir numaralı yetkili konumunda yer almaktadır ve Amerika’da bebekleri, kurabiyeleri, tişörtleri gibi pek çok hediyelik eşya ürünleri yapılmaktadır..

İletişimciler açısından konu tamamen ‘güven’ duygusunun ‘uzmanlık’ ve ‘iletişimle’ pekiştirilerek, kitleler tarafından benimsenmesi olarak tanımlanmaktadır. Dr. Fauci’nin siyasi kimliği yoktur ve hekim olarak ABD Başkanı Trump’la zaman zaman ciddi anlamda ters düşse de halk tarafından benimsenmiştir. Günümüzün Halk Kahramanı olmuştur.

Türkiye’de ise süreç incelendiğinde Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, siyasetçi kimliğine rağmen “Bilimin Önemi”ne vurgu yapmış ve bir “Bilim Kurulu” oluşturarak ‘bunu öne çıkarmıştır. Kriz iletişiminde en önemli konu risk yönetimidir; risk yönetimi olmadan kriz yönetimi yapmanın mümkün olmadığı uzmanlarca kararlaştırılmıştır. 2000’li yıllarda Harvard’da yapılan bir çalıştayda SWOT kavramının sıralamasına farklı bir bakış açısı getirilmiştir. Çalıştaya göre artık güçlü yanlarımız değil, tehditlerimiz birincil öncelik hâline gelmiş, tanımlama buna göre yapılmaya başlanmıştır. İşte, Türkiye’de de tam olarak buna uygun davranılmıştır.

Tehditler; çok erken belirlenerek, gereken faaliyetler yerine getirilmiştir. Süreç boyunca Türkiye’nin bir Salgın Yol Haritasına sahip olduğu gözden kaçmamıştır. Dünya Sağlık Örgütü 1999’da bir çağrı yapmıştır. 2004’te ilk Salgın Planı ve tatbikatları Türkiye’de yapılmıştır. Son Salgın Eylem Planı da Nisan 2019’da Resmi Gazete’de yayınlanmış ve devletin geçerli belgesi hâlini almıştır. Buradan yola çıkarak, Türkiye’nin ‘olası kriz senaryoları’ kapsamında salgın yol haritası daha önceden belirlendiğini söylemek mümkün olmuştur. Yine buna göre, salgın durumunda herkes, ne yapacağını, nasıl mücadele edeceğini biliyordu denilmektedir. Sonrasında ise; tehditler hızlıca değerlendirilmiştir. COVID-19 tedavisinde kullanılan önemli bir ilaç, Türkiye’ye hastalık gelmeden önce piyasadan toplanmış ve lisanslı üretimine izin verilerek ilaç eksikliğinin önüne geçilmiştir. Sınır kapılarının kapatılması, uçuş ve seyahat yasaklarıyla da süreci yönetilmiş, salgının ülkemize gelişi geciktirilmiştir. Ülkeye gelişlerde 14 günlük karantina zorunluluğu getirilerek yine salgının yayılma hızı kontrol altına alınmıştır. İngiltere ve İspanya ise ülkeye girişlerde karantina sürecini yeni başlatmıştır.

Okullar hızlıca kapanmıştır. Çevrimiçi eğitime pek çok ülke geçemezken Türkiye geçmiş ve çok kısa sürede bu eğitim öğrenciler ve veliler tarafından benimsenmiştir.

Türkiye, yüz bin kişiye düşen yoğun bakım yatağı sayısı incelendiğinde Almanya’dan sonra, Avrupa’da ikinci ülke olarak yer almaktadır. Bu durum, SWOT değerlendirmesi açısından güçlü yönlerinin başında yer almaktadır. Bir diğer güçlü yönünü ise tıp eğitiminde kendi alanında ilk 500 içerisine giren üniversitelere sahip olması olarak değerlendirilmektedir. Türkiye bu süreçte insan kaynağını doğru kullanmıştır. Aile hekimlerinin yanındaki hemşireler ve aile hekimleri süratle devreye sokulmuştur. Tüm hastaneler ‘Salgın Hastanesi’ ilan edilerek yığılmanın önüne geçilmiştir. Türkiye’deki yoğun bakım hizmet kalitesi de süreçte oldukça belirleyici olmuştur.

Bakan Koca, tedavi protokolleri başta olmak üzere, dünyadan farklılaşan yerlere ve hastalarla temas edenlere takip sistemini (Filyasyon Sistemi) topluma benimsetmiştir. Koca, doğru iletişim yöntemlerini kullanarak salgını ve bu doğrultudaki doğru mücadele yöntemlerini anlatmıştır. İlk günden itibaren her gün aynı saatte ve tüm açıklığıyla kamuoyunu bilgilendirme toplantıları yapmış, 1 Nisan 2020’deki basın toplantısı sırasında, Sağlık çalışanlarına dair yaptığı açıklama sırasında sesinin titremesi ve gözünün dolması ise “insan” tarafının tüm gerçekliğiyle kamuoyuna geçerek; “Duygu”nun iletişimde “gerçeklik” koşuluyla ne kadar değerli olduğunu göstermiştir. Saat 21.00’de sağlık çalışanları için başlattığı alkış eylemi “kitle iletişimi” açısından, “Tüm ülkenin birlik olmak, birlikte hareket etmek” hususunda teşvik ederken “Birlikte başaracağız” söyleminin dijitalde ‘bir etiketten fazlası olduğunu göstermiş ve 360 derece iletişimin de kitlede karşılık bularak, benimsenmesine yol açmıştır. Sağlıkta Şiddet Yasası için Meclis’e oy birliğiyle geçme çağrısında bulunmuştur. Ekip çalışmasının önemine vurgu yaparak “Birlikte başarma”nın yolunun bir olmaktan geçtiğini göstermiştir. Çin’deki bilim insanlarıyla, Bilim Kurulu Üyelerini COVID-19 tecrübelerinin paylaşımı için buluşturmuştur. Uzmanlık ve iletişim yol ve yöntemlerini iyi bir şekilde harmanladığı düşünülmektedir. Bir basın toplantısında ‘Bana Yaklaşma!’ ifadesi 23 Nisan’ da çocuklar tarafından canlandırılan videoda canlandırılarak sürecin tarihe not düşülecek söylemlerinden olmuştur. Basın toplantısında mikrofona dair sıkıntısından söz eden muhabire verdiği yanıtla kitlenin sempatisini kazandığı söylenmiş ve güven duygusunu pekiştirdiği ifade edilmiştir. Korona virüsle mücadelenin vatandaşa sorulduğu anketten, Sağlık Bakanlığı çalışmalarının yüzde 86, Cumhurbaşkanlığı’nın yüzde 54 oranında başarılı bulunması da oluşturulan ‘iletişim dili’nin ve kullanılan "yöntemlerin" ne kadar doğru ve hedefe ulaştığını araştırmayla da ortaya koymuştur.

Türkiye’nin tekstil sektöründeki başarısı ve iş gücü sayesinde hızlıca üretime yönelerek donanım sıkıntısı yaşamaması da sürecin yönetilmesi açısından bir diğeri başarı faktörü olarak değerlendirilmiştir. Dünyanın farklı yerlerindeki Türk vatandaşlarının ülkemize getirilerek karantina altına alınması ve/veya tedavilerine hızlıca başlanması ve takibinin yapılması, Şehir Hastaneleri’nin tamamlanması; özetle “sistemin” işliyor olarak değerlendirilişi hem salgının yönetilmesi hem de ülke itibarı açısından büyük önem taşıdığı ileri sürülmüştür.  Uzmanlar, bu süreçte yaşananların algı ve itibar açısından Türkiye’nin “Yeni Normal” düzende farklı bir ‘konumlandırmada olacağını ve aslında başta da belirtilen “uzmanlık” ve “iletişim”in COVID-19 sonrasında ne kadar belirleyici olacağının en net göstergesi olduğunu düşünmektedirler. “Büyük Devlet” olarak adlandırılan ülkelerin Salgın Sınavı karnelerinin insanlık adına çok can acıtıcı olduğu söylenegelmiştir.

Reklam, Halkla İlişkiler ve Pazarlama İletişimi açısından COVID-19 sürecinin değerlendirilmesi

COVID-19 salgını ile ilgili küresel tutumları araştıran Worldgroup’un Küresel İstihbarat Birimi, McCann WorldGroup Truth Central Mccann tarafından yayınlanan yeni bir çalışma, küresel olarak ülkelerin sadece %31’inin korona virüs salgını ile başa çıkmaya hazır olduğunu göstermektedir. Bu oranın %55 olduğu Hindistan’da ve %51 olduğu Türkiye’de ise insanlar ülkelerinin hazır olduğunu söylemektedirler. Medya Ajansı Universal McCann (UM)’ın Nisan Ayı’nın ilk günlerinde 1223 örneklemle gerçekleştirdiği Türkiye’nin Korona Günleri Araştırması’nda tüketicilerin yeni rutini incelenmiştir. Türkiye’deki 60 milyon yetişkini temsil edecek biçimde yapılan çalışmada; salgının resmi ağızdan açıklanmadığı söylenmiştir. 11 Mart’tan bu yana ülkemizin içinde bulunduğu duygu durumu, tüketicinin ruh hali, davranış ve tercihlerindeki değişiklikler, hayatlarında önem kazanan anlar, yeni yaşamlarındaki medya ve alışveriş tercihleri sorgulanmıştır. Ek olarak, bu krizde oluşan ihtiyaç alanları da belirlenmiştir. Araştırmaya göre en çok, korku, kaygı, tedirginlik ve üzüntü hissedilmiştir. Katılımcılar hikâyelerine göre (1223 kişi) ayrı gruplar halinde incelenmiştir. En büyük iki grup, ”Kontrollü Gerginler” ve “Endişeliler” olmuştur. Kontrollü gerginlerin baskın duygusu korku ve tedirginlik iken endişelilerde üzüntü ön plana çıkmıştır. Üçüncü büyük grup ise kısmen olanaklarının uygunluğu, alınan önlemlere duyduğu güven ile tedbirini alıp gündelik hayatının ritmini neredeyse bozmadan yaşayan Tedbirli Sakinler (%16) olarak belirlenmiştir. Bir diğer grup ise, öncesinde de işsizlikle boğuşan ve en fazla zarar gören ‘Çaresizler’ olmuştur. Kadınların biraz daha ağırlıkta olduğu, “Kırılgan Ruhsal Dengeliler” krize az ya da çok kaygı bozukluğu şekline tepki verenlerden oluşmuştur. Toplumun %12 sini oluşturan bu grupta, tıbbi destek alan ve almaya ihtiyacı olanlarla, endişesini ortalamanın üstünde yaşayanlar yer almıştır. Aralarında hatırı sayılır kamu çalışanı bulunan %9’luk “Sonradan Fark Eden Tedirginler” ise geç fark etmiş olmanın, dolayısıyla yeterince tedbir almamanın tedirginliğini yaşayan grubu oluşturmuştur. Krize yaklaşımları diğer gruplardan radikal biçimde ayrışan grup ise dindar/kaderci ve ilgisiz/uzak grup olarak gözlemlenmiştir. İlk grubun konuya kaderci bir anlayışla baktığı söylenmiştir.

Türkiye’nin Korona Günleri Araştırması’nda, COVID-19 salgınının hayatımızda aile/ev, temizlik ve sosyal mesafe kavramlarını yükselttiği tespit edilmiştir. Katılımcıların %7’si daha fazla televizyon izlediğini, %6’sı daha fazla kitap/gazete/dergi okuduğunu, %2’si sosyal medya uygulamalarını daha fazla kullandığını, belirtmiş, %3 ten fazla katılımcı ise maneviyata yöneldiğini ifade etmiştir.

Toplumun %75’i virüsle ilgili Sağlık Bakanı’ndan gelen bilgilere güvenmekte olduğunu belirtmiştir. Sağlık Bakanı’na güven konusunda gruplar arasında fark olmazken, hükümetten gelen bilgilere Dindar/Kadercilerin ortalamanın üstünde güvendiği gözlemlenmiştir. Bilgi kaynağı olarak televizyon haberlerine sosyal medyada yer alan haberlerden daha fazla güvenildiği anlaşılmıştır.

Bu dönemde yapılan reklamlarda ise, ( her ne kadar reklam, markanın diğerlerinden ayrışmasına hizmet etse de,)  tema, içerik, görsel, cıngıl ve hatta neredeyse seslendirmelerin bile birbirinin kopyası olarak kamuoyuna sunulduğu dikkat çekmiştir.

Metinlerin birbirini çağrıştırması ve dijitalde yeterince desteklenmemesi yapılan kampanyalar açısından yeterince verimli olmadığı söylenmektedir.

Uzmanlar bu dönemde yapılan reklamları, gündeme ve yaşanan hassasiyete atıfta bulunulması açısından (örneğin; Bu ara görüşmeyelim demek, Seni Seviyorum demek)  farklılık yaratması ve ‘iletişim’in gücüyle kültürümüzde var olan bizi biz yapan; dokunarak, sarılarak sevmenin bir süre araya mesafe koyarak devam etmesi mesajının yerleştirilmesi açısından çarpıcı bulmaktadır.

Halkla İlişkiler çalışmaları açısından da yeni normalde ‘uzmanlık kavramının kaçınılmaz olduğu bir kez daha görülmüştür.  Uzmanlara göre önemli olanın, koşullara adapte olabilen ve geleneklere hâkim iletişimciler yetiştirmek olduğu ve iletişim fakültelerinde bu ihtiyaçlara cevap verecek öğrenci yetiştirilmesi gerektiği anlaşılmıştır.

Uzmanlara göre, “EvdeKal” “Birlikte başaracağız” temalarının kitleye yerleştirildiği ve içselleştirildiği bir ortamda ‘“açık hava” kampanyası yapan marka ve onların karar mercileri ve Pazarlama İletişimcileri açısından da COVID-19 sonrası daha seçici daha donanımlı bir grupla yola devam edileceği düşünülmektedir.

Bu süreçte, Çin, İtalya, İspanya gibi ülkelerde kitle kültürü incelemelerinde ‘boşanmaların, özellikle Fransa‘da kadına şiddetin arttığı gözlemlenmiştir. Universal McCann’in araştırmasında da görüleceği üzere, ülkemizde “aile” kavramı her zaman ilk sırada yer almaktadır. Özellikle “beyaz yaka ve plaza çalışanı” olarak tanımlanabilecek 35-45 yaş grubundakilerin yeni normalde ofis, plaza yaklaşımlarından, aile, ilişki kavramlarına bakış açılarındaki değişiklikler gelecek açısından doğru olasılık hesapları yapılmasını gerektirmektedir.

Özetle uzmanlar,  COVID-19 sürecinde uzmanlık ve iletişimin öneminin ülkemizde ve dünyada bir kez anlaşıldığının altını çizmektedirler. Ek olarak krizlerin doğru yönetildiğinde her zaman fırsata dönüştüğünü de ifade etmektedirler.

 Yeni normalde getirilen tedbirlere uyarak, bu süreçten sağlıkla ve başarıyla çıkmamız için çok önemli yollar kat edildiği düşünülmektedir.

 

Prof. Dr. M. Murat ERDOĞAN: Türkiye’deki Mülteciler ve COVID-19

Türkiye; tarihi, toplumsal ve coğrafi bakımlardan göç ile yakın ilişki içerisinde yer alan bir ülke olagelmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu 1923 tarihinde, 13 milyonluk toplam nüfusun neredeyse yarısını, “Osmanlı Bakiyesi” denilen Balkanlı, Orta Asyalı ve Orta Doğulu göçmenler oluşturmuştur. Ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de Selanik göçmeni olduğundan bu grubun içinde yer almaktadır. 1923 sonrasında bir ulus devlet kurma amacındaki Türkiye için en gerekli şey insan kapasitesinin sayı ve kalite bakımından artırılması olmuştur. Onun için Türkiye, dünyadaki bütün Türk soylulara kapılarını açtık tutmuştur. Böylece bazen zorla yerinden edildikleri için, bazen de kendi iradeleri ile çok sayıda kişi Anadolu topraklarına göç etmiştir. 1923 Lozan Anlaşması çerçevesinde Yunanistan ile yapılan “Mübadele” de bunun tipik örneklerinden olmuştur. Bu tür örneklerin son önemli örneği de 1989’da Bulgaristan’daki rejimin baskılarından kaçan yüzbinlerce Türk’ün Anadolu topraklarında yeni bir yaşama yelken açması olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin bilinçli göç alma stratejisi 1923-2011 arasında, büyük bölümü Türk kökenli yaklaşık 1,8 milyon insanın Türkiye topraklarına gelmesine imkân sağlamıştır. Vurgulamak gerekir ki, bu göç akınları Türkiye’yi daha çeşitli, daha zengin ve güçlü kılmıştır. Daha da önemlisi Türkiye bu süreci bir millet olma hedefi bakımından gayet iyi değerlendirmiştir.

Türkiye, coğrafyasının da etkisi ile bütün dönemlerde bir “köprü” işlevi görmüş ve genelde daha iyi bir yaşam ya da zulümden kaçma derdinde olanlar ya Türkiye’ye ya da Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışmışlardır. Kuşku yok ki özellikle 1990 sonrasında yani aslında insani hareketliliğin önündeki önemli engellerden birisi olan Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte Türkiye’nin uluslararası göçler bakımından önemi daha da artmıştır. Son derece istikrarsız ve diktatör yapılar ile yoksulluğun yoğun yaşandığı bir bölgede bulunan Türkiye, Avrupa’ya açılan kapı olarak sürekli göçmen ve mülteci akını ile karşı karşıya kalmıştır. Son yıllarda Türkiye’nin “transit ülke” rolü hızlı biçimde bir “hedef ülke” rolüne doğru evrilirken, 2011’de hiç beklenmeyen büyük bir insani dalga ile karşı karşıya kalınmıştır. 29 Nisan 2011’de Suriye’deki iç karışıklık ve kargaşa ortamından kaçan 252 kişilik bir kafile Hatay’dan Türkiye’ye giriş yaptığında ne Türkiye ne de gelenler, bu sürecin milyonları bulan sayılara ve bu kadar uzun sürelere yayılacağını beklememiştir. Suriye’den Türkiye’ye yönelik başlayan akın Türkiye’nin göç tarihi bakımından da –sayılar, motivasyon, etnik özellikle vd. yönleri ile- daha farklı bir kategoride yer almıştır.

Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün Mayıs 2020 verilerine göre, 29 Nisan 2011’de 252 kişi olan Suriyeli sayısı 3 milyon 580 bini aşmıştır. Kendilerine geçici koruma verilen Suriyeliler dışında yaklaşık 100 bin Suriyeli de “düzensiz göçmen” kategorisinde Türkiye’de bulunmaktadır. 117 bin Suriyeli ise Türkiye’de ikamet müsaadesi ile yaşamaktadır. Yani Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı 3,8 milyonu aşmaktadır.

Türkiye’de Suriyeliler dışında uluslararası koruma talebi ile gelen ve son yıllarda sayıları çok artan yabancılar da bulunmaktadır. 2011’de bu sayı 58 bin olan sayı, 2020’de 330 bine ulaşmıştır. Yani bu alanda da çok ciddi bir insani hareketlilik dikkat çekmektedir. Bu sayı ile birlikte Türkiye’deki Suriyeliler ve diğer sığınmacıların sayısı 4 milyonu aşmaktadır.

Türkiye’de bir başka “uluslararası göçmen” kategori ise “düzensiz göçmen”lerdir. Bu alanda da 2011 öncesine göre olağanüstü bir artış söz konusu olmuştur. Türkiye’ye yasal ve idari kurallar dışında giriş yapmış ya da Türkiye’ye yasal kurallara göre giriş yapsa da ülkede kalma süresi bittiğinde çıkmamış, böylece de yasaları “ihlal” etmiş olarak nitelenebilecek olan düzensiz göçmenlerin büyük bölümü kontrolsüz sınır girişlerinden kaynaklanmaktadır. Sadece 2019’da Türkiye’de 201 bini Afganistan’dan olmak üzere 454 bin düzensiz göçmen yakalanmıştır. Bu sayı 2015’de 146, 2015’de 174, 2017’de 175, 2018’de 268 bin olarak gerçekleşmiştir. Yani, yakalanan düzensiz göçmen sayıları son beş yılda 1,2 milyondan fazlaya ulaşmıştır. Gelenlerin önemli bölümünü Afganistanlılar oluşturmaktadır. Bunları Pakistanlılar, Iraklılar, İranlılar ve diğerleri takip etmektedir. Yıllık sayılar bilinse de mevcut toplam düzensiz göçmen sayısı, hem geri gönderilenler hem de statü değiştirmeler ve düzenli hale gelmeler nedeni ile bilinmemektedir. Ancak Türkiye’de Mayıs 2020 itibari ile en az 1 milyon düzensiz göçmen olduğu söylenmektedir. Henüz yakalanmadığı için kaydı bilinmeyen birkaç yüz bin civarında düzensiz göçmenin daha Türkiye’de olduğu tahmin edilmektedir. Türkiye’de ikamet izni ile kalan yabancılar sayısı da 1 milyonu bulmuştur. Bütün bu sayılar bir araya getirildiğinde, Türkiye’de farklı kategoriler altında 6 milyon civarında T.C. Vatandaşı olmayan kişinin bulunduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye’de ikamet izni ile yaşayanlar temelde çalışma ve eğitim amacıyla gelmektedir. Entelektüel kapasiteleri ya da mali imkânları yüksek olanların Türkiye’ye göçmen olarak gelmesi konusunda Türkiye’nin özel teşvik düzenlemeleri de bulunmaktadır. Örneğin uluslararası öğrenci sayısı 150 bini aşmıştır. Bu gruptaki yabancılar konusu teknik ve kısa vadeli bazı sorunlar dışında, genelde olumlu bir veri olarak değerlendirilmektedir. Ancak geri kalan 5 milyon civarındaki zorunlu göç mağdurları ile düzensiz göçmenler konusu, hem kendileri hem de Türkiye için son derece zor, maliyetli, travmatik ve pek çok sorunun yaşandığı bir alan hâline gelmiştir.

Türkiye’de ilk vakanın 11 Mart 2020’de tespit edildiği küresel salgın COVID-19 konusunda zorunlu göç mağdurları ve düzensiz göçmenlerin durumu, hem kendi sağlıkları hem de genel sağlık bakımından son derece önemli olmuştur. Türkiye’deki göçmenler içinde Suriyelilerin özel bir yeri bulunmaktadır. Halen Türkiye’deki Suriyelilerin % 90’ından fazlası yani 3 milyon 580 bini geçici koruma altında bulunmaktadır. Geçici koruma altındaki Suriyelilerin Türkiye’de temel sağlık hizmetlerine ulaşma hakkı bulunmaktadır. 2011-2020 arasında Suriyelilere verilen sağlık hizmet sayısı 70,4 milyon adet, yapılan ameliyat sayısı ise 2 milyonu aşmıştır. Bu bağlamda COVID-19 konusunda Türk vatandaşlarına verilen sağlık hizmetleri geçici koruma altındaki Suriyeliler için de verilmektedir. Burada önemli husus kamplardaki durum olarak düşünülmektedir. Türkiye’de 2011-2018 arasında Suriyelilerin önemli bir bölümü on ilde yer alan 26 geçici barınma merkezinde (kampta) kalmıştır. Bu kamplarda yaşayanların sayısı 270 bine kadar çıkmıştır. Ancak 2018 sonrasında çok radikal bir dönüşüm yaşanmış ve kamplardaki Suriyeliler kamplar dışına çıkmış, koşulları iyi olmayan kaplar kapatılmış, alt yapısı en iyi olan 7 kamp açık kalmıştır. Hâlen Geçici Koruma altındaki Suriyelilerden sadece %1,7’si, yani 63 bini, kamplarda yaşamaktadır. Standartları oldukça iyi olan bu kamplar, sağlık hizmetleri ve karantina imkânını da barındırmaktadır. Nispeten küçük mekânlarda çok sayıda insanın yaşamak durumunda olması ise sorun teşkil etmektedir. Ancak yine de dünyadaki başka kamplarla karşılaştırılmayacak derecede olumlu ve güvenli bir ortam olduğu düşünülmektedir. Kamplar dışında kalan Suriyelilerin COVID-19 konusunda yaşadıkları risk ve sorunlar, ortalama Türk vatandaşları ile aynı seviyelerde yer almaktadır. Ancak Suriyelilerin kalabalık ve nispeten alt yapısı çok iyi olmayan konutlarda kalıyor olmaları dezavantajlarını artırmaktadır. Suriyelilerin günlük yaşamlarını idame ettirmek üzere çalışmak zorunda kalmaları ise başka önemli bir sorunu oluşturmaktadır. Türkiye’de bulunan 330 bin sığınmacı (uluslararası koruma altındaki) için de geçici koruma altındaki Suriyelilere benzer güvence ve risklerin söz konusu olduğu söylenmektedir.

Türkiye’de COVID-19 konusunda asıl risk grubunda olanların sayıları 1 milyonu aşan sayıdaki düzensiz göçmenlerdir denilmektedir. Bilindiği üzere düzensiz göçmenlerin yakalanmalarının ardından ülkelerine geri gönderilmesi ile işlemler sürecinde geri gönderme merkezlerinde kalmaları esas olarak alınmaktadır. Ancak Türkiye’deki bütün geri gönderme merkezlerinin toplam kapasitesi sadece 20 bin olduğu için, düzensiz göçmenler genelde geri gönderilinceye kadar –ki her yıl geri gönderilen sayısı mevcut stokun en fazla % 20’si olabilmektedir- normal hayatlarına devam etmektedirler. Bu grupta yer alanların hem çalışma zorunlulukları hem de temel sağlık hizmetlerine erişim imkânları olsa da bunun pratikte zor olması sorunları artırmaktadır. Henüz yakalanmamış düzensiz göçmenlerin durumları ise daha büyük sorunlar teşkil etmektedir. Bu grupta ne kadar insan olduğu bilinmemektedir. Ancak bu sayının da yüzbinlerle ifade edildiği bilinmektedir. Bu grupta yer alanların sağlıkları bozulsa bile sağlık hizmeti almaları, “deşifre” olmaları anlamına geleceği için, muhtemelen çok zor durumda kalmadıkça hastanelere gitmeyi tercih edememektedirler. Henüz “yakalanmamış düzensiz göçmenlerin” de diğer gruplardakiler gibi çalışma zorunda oldukları başka türlü hayatlarını idame ettirmelerinin mümkün olamayacağı bilinmektedir. Bu da riskleri artırmaktadır.

Burada ifade etmek gerekir ki Türkiye’deki bütün yabancıların, statülerinden bağımsız bir biçimde temel sağlık hizmetlerine ücretsiz ulaşma hakkı bulunmaktadır. Ancak buradaki önemli sorunu bazen çekingenlik ve asıl olarak da eksik bilgilendirme çalışmaları oluşturmaktadır.  Bu konuda kamu kurumlarının çalışmalarının etkilerinin özellikle ulaşılacak kitlenin dil sorunları ve erişim imkânları nedeni ile zor olduğu bilinmektedir. Konuyla ilgili canla başla yardım etmeye çalışan SGDD (ASAM), IGAM, Hayata Destek, YUVA, MAYA gibi çok sayıda sivil toplum örgütü bu süreçte önemli katkılar sunmaktadır. Yine pek çok BM Kurumu ve uluslararası sivil toplum örgütleri de çalışmalar yapmaktadır. BM’nin bir raporuna göre hâlen Türkiye’de 30 bin sığınmacı aileye bu süreç içinde UNHCR destek sağlamıştır. Ancak burada yaşanan önemli sorunun ise, anılan kurumlarda saha faaliyetlerinin salgın nedeni ile zorlaşmış olması ve çalışmaların daha çok ofis üzerinden sürdürülmesi olduğu söylenmektedir.

Türkiye’deki Suriyeliler, düzensiz göçmenler ve hatta uluslararası koruma başvurusu yapmış sığınmacılar Türk devletinden mali destek alamamaktadırlar. AB tarafından 2017’den bu yana verilen Sosyal Uyum Yardımları (SUY/ESSN) ise toplam 5 milyonluk grubun 1,7 milyonuna ulaşabilmektedir. Bu destek kişi başına/aylık 120 TL’dir. Bu parayı alan toplam içinde % 30’luk grubun da özellikle kentsel alanlarda günlük yaşamlarını idame ettirebilmeleri için yine çalışması gerektiği bilinmektedir.  Suriyeliler ve uluslararası koruma altındakilerin çalışma izni alma imkânı olsa da bu çalışma % 95’in üzerinde kayıt dışı alanda gerçekleşmektedir. Türk ekonomisinin büyük yapısal sorunlarından birisi olan kayıt dışılık uluslararası göçmenleri ve sığınmacıları da içine almaktadır. Türkiye’de çalışan 32 milyon aktif kişinin % 30’undan fazlası yani 10 milyonu da kayıt dışı çalışmaktadır. Yani durum sadece mültecilere özgü bir sorun olmaktan çıkmıştır. Ancak mültecilerin başka seçenekleri olmadığı da belirgin olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle COVID-19 nedeniyle çalışanlara sağlanan ilave destekler doğal olarak kayıt dışı çalışan ve bir de yabancı olan bu kitleye ulaşamamaktadır. Bu durum onların çalışmasını daha da zorunlu hale getirmektedir.

Göçmen çocukların eğitimi konusunda da duyarlı olmayı gerektiren önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bilindiği üzere halen Türkiye’de 680 bini aşkın Suriyeli çocuk-genç Türk devlet okullarında eğitim almaktadır. Ancak COVID-19 nedeni ile sistemin çevrimiçi olması, özellikle özel çaba gerektiren ve dil konusunda sıkıntıları olan göçmen çocukların eğitim imkânlarını kısıtlamaktadır. Buna ilaveten yaşadıkları ortamlar, bilgisayar ve internet sahipliği gibi hususların da dikkate alınarak kayıp kuşakların daha fazla artmaması için özel çaba göstermek gerekmektedir. 

Türkiye’deki geçici koruma, uluslararası koruma ya da tespit edilmiş ve edilmemiş düzensiz göçmenlerin sağlığa erişimi konusu hem bir temel insan hakkı hem de özellikle COVID-19 dikkate alındığında salgının kontrolü bakımından da büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle uzmanlar belirli tedbirler ve uygulamalar önermişlerdir:

  1. Toplumdaki kırılgan gruplar içinde yer alan ve sayıları toplamda 5 milyona ulaşan bu kitleye sağlık hakkının temel bir hak olarak sunulduğu onlara rahatça ulaşacak bir diller ve yöntemlerle aktarılmalıdır.
  2. Türk toplumunda bu konudaki empatiyi artıracak ve ihtiyacın farkına varılmasını sağlayacak bir iletişim stratejisi geliştirilmelidir.
  3. Başta 3,7 milyonu bulan Suriyeliler olmak üzere sığınmacı ve düzensiz göçmenlere yönelik bilgilendirmelerin sosyal medya üzerinden ve daha çok Cumhurbaşkanı ya da Sağlık Bakanının farklı dildeki kısa konuşmalarının dublajlı şekilde verilmesi etkili olacaktır.
  4. Belirli bir süre için statülerine bakılmaksızın bütün göçmenlere, endişe etmelerini ortadan kaldıracak bir güvence sağlanabilir.
  5. Göçmenler konusunda hizmet veren STK’ler arasında bir ağ oluşturularak, devlete sağlıklı ve güncel bilgi akışının ve devletten göçmenlere yönelik bilgilendirme ve desteklerin ulaştırılmasına imkân sağlanmalıdır. Bu şekilde hem bu kitlenin ihtiyaçlarının daha iyi anlaşılması, desteğin daha etkin sağlanması hem de gerginleşen toplumda yakın zamanda ortaya çıkabilecek sosyal çatışma ve saldırıları engellemek için de önemlidir.
  6. Göçmen STK’ların ve göçmenleri temsil eden diğer kurum ve şahsiyetlerin görüşlerine sıklıkla başvurulmalıdır.
  7. Başta 680 bin Suriyeli çocuk olmak üzere göçmen çocukların eğitim süreçlerinde ortaya çıkan kopukluğun giderilmesi konusunda özel programlar geliştirilmelidir.
  8. Genelde kayıt dışı ekonomi içinde yer alan 1,5 milyonu aşkın sığınmacı ve uluslararası göçmen, COVID-19 nedeni ile alınan tedbirler ve desteklerden kayıt dışı oldukları için yararlanamamaktadırlar. Bu konu dikkate alınarak, herkesi kapsayacak destek programları için imkânların yaratılması gerekmektedir.
  9. Türkiye 2011’den bu yana sığınmacı ve düzensiz göçmenlerden dolayı olağanüstü bir mali yük altına girmiş durumdadır. Onun için acilen AB, BM ve WHO başta olmak üzere uluslararası kurumlar ile temas kurularak, sığınmacılar ve düzensiz göçmenler konusunda alınacak tedbirlere ve mali desteklere imkân sağlayacak bir mali destek programı üzerine çalışılmalıdır. Üç aylık bir mali destek programı ile hem kayıt sayıları güncellenir hem de sığınmacılar/düzensiz göçmenler için de genel toplum için de riskler azaltılabilir.

 

Türkiye 2014’den bu yana açık ara dünyada en fazla mülteci barındıran ülke konumunda yer almaktadır. Bu durum hem mali hem de sosyal ve siyasal sorunları ve riskleri beraberinde getirmektedir. Dünyada makul bir yük ve sorumluluk paylaşımı için BM öncülüğünde Küresel Mutabakat çalışmaları yapılsa da bu çalışmaların kısa ve orta vadede somut katkılar vermesi beklenmemektedir. Yani neticede Türkiye baş başa kaldığı sorunları uzun bir süre daha kendi kapasitesi ile çözmek durumunda kalacak denilmektedir. Zaten ekonomik sorunları olan ve sosyal kırılganlık alanları oldukça belirgin olan Türkiye’de sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerden dolayı hem söylem üzerinde hem de gerçek hayatta ciddi sorunlar yaşanması ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapmasına rağmen son on senede olağanüstü bir toplumsal kabul ve dayanıklılık gösteren Türk toplumunun direncinin sürekliliği ve mümkünse artırılması son derece önem taşımaktadır. Bu konudaki çabaların COVID-19 sürecinde daha fazla gerçekleşmesi, uluslararası desteğin daha fazla sağlanması hem sığınmacı ve göçmen topluluklar hem de Türk toplumunun sağlığı, huzuru ve geleceği için önemli arz etmektedir.    

 

M. Selçuk YAVUZKANAT: COVİD-19 Değerlendirme-Sinema

COVID-19 salgını dünya genelinde ekonomik faaliyetlerde negatif etki oluşturmuştur. En çok etkilenen sektörlerin başında genelde kültür endüstrisi, özelde ise sinema sektörü gelmektedir.

Alınan Önlemler ve Destekler

COVID-19 salgınının Ülkemizde de baş göstermesi sonrasında İçişleri Bakanlığının Genelgesi ile sinema salonlarının faaliyetleri 16.03.2020 tarihi itibariyle durdurulmuştur.

Salgın sürecinde sinema salonlarının kapanmasının yanı sıra film ve dizi üretimi de askıya alınırken birçok filmin de gösterimi ileri bir tarihe ertelenmiş, dünya genelindeki tüm festival ve etkinlikler de iptal edilmiştir.

Korona virüsün olumsuz ekonomik etkilerinin bertaraf edilmesi amacıyla bir dizi önlemler alınmış, muhtasar ve KDV tevkifatı 6 ay ertelenen sektörler arasında sinema-tiyatro da yer almıştır. Yine ekonomik tedbirler çerçevesinde hayata geçirilen kısa çalışma ödeneğinden sinema sektörü de yararlanabilmektedir.

Kültür ve Turizm Bakanlığınca destek sağlanan sinema alanındaki kültürel, sanatsal etkinliklerin ve eğitim programlarının ileri bir tarihe ertelenmesi ya da çevrimiçi ortamda yapılması sağlanmış, destekleme süreçleri herhangi bir kesintiye uğratılmadan sürdürülmüştür.

Sektörün tüm bileşenleri ile bizzat Sayın Bakan Mehmet Nuri Ersoy’un katılımıyla toplantılar geçekleştirilmiştir. İhtiyaçlar ve talepler belirlenerek normalleşme sürecinde atılacak adımlar için çalışmalar ise sürdürülmektedir.

Dizi Filmler

COVID-19 salgını öncesinde Ülkemizde prime-time olarak adlandırılan zaman diliminde 32 dizi film gösterilirken, çekimlerin durdurulması sonrasında tekrar bölümler ya da eski diziler yayınlanmaya başlanmıştır. Bazı diziler duruma ayak uydurarak oyuncuların kendi evlerinde yaptığı çekimlerle hazırlanan bölümler ile yayın hayatlarına devam etmektedir.

İnternet Kullanımı ve Alternatif Mecralar

Sokağa çıkış yasakları ve kısıtlamaları sonrasında eğitimin, etkinliklerin, çalışma ve faaliyetlerin çevrimiçi ortamlara taşınması nedeniyle gündüz saatlerindeki internet kullanımında yüzde 50’ye varan artış yaşanmıştır.  Radyo Televizyon Yayıncıları Meslek Birliği (RATEM) tarafından yapılan araştırmaya televizyon izleme oranının yüzde 23 arttığı görülmüştür.

Salgın döneminde çevrimiçi platformlar öne çıkmış, seyirciler sinemaya alternatif olarak bu mecraları tercih etmiştir. COVID-19 salgınının etkili olduğu 2020'nin Ocak-Mart döneminde Netflix'in yeni abone sayısı beklenenin iki katını aşarak 15,8 milyon olmuştur.

Sinema salonlarının kapalı olduğu bu dönemde ülkemizde de alternatif mecralar oluşturulmaya çalışılmaktadır. BluTV ile Başka Sinema bağımsız sinema filmlerinin sinemaların kapalı olduğu süre boyunca BluTV’den izleyicisiyle buluşmasını sağlamak için anlaşmaya varmışlardır.  İş birliğinden elde edilen gelirin bir kısmının Başka Sinema’nın anlaşmalı olduğu sinema salonlarına gideceği açıklansa da sinema salonları bu girişime karşı çıkarak sert açıklamalarda bulunmuşlardır.

Online Etkinlikler

COVID-19 salgını nedeniyle yurtiçinde ve yurtdışında düzenlenen tüm film festival ve etkinlikleri iptal edilmiştir. Seyirciyle bir araya gelmede alternatif yollar arayan film festivalleri, etkinliklerini çevrimiçi ortama taşıyarak alternatif oluşturmaya çalışmışlardır. Cannes, Berlin ve Venedik’in de dâhil olduğu 20 film festivali bir araya gelerek çevrimiçi film festivali “We Are One: A Global Film Festival” için çalışmaya başladı. YouTube üzerinden gerçekleştirilecek festivalin 29 Mayıs-7 Haziran tarihleri arasında düzenleneceği açıklanmıştır.

Ülkemizde de çevrimiçi etkinlikler gerçekleştirilmeye başlanmıştır. “TÜRSAK-Çocuk Filmleri Festivali”, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ile eğitim etkinliği “FİLM-YÖN Akademi” Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından desteklenerek hayata geçirilmiştir.

Sinema Salonları

COVID-19 salgını sonrasında en çok sinema salonlarının etkilendiği söylenmektedir. Salonların faaliyetleri İçişleri Bakanlığının Genelgesi ile 16.03.2020 tarihi itibariyle durdurulmuştur. Sinema salonları için kaybın 300-350 milyon TL civarında olacağı, salonların bir kısmının kapanacağı öngörülmektedir. Sektörün yaşadığı bir diğer sorun ise film üretimin durması sebebiyle gösterilecek film bulunamayacak olması olarak değerlendirilmektedir.

Yurtdışında da sinema salonları ve önemli film stüdyoları arasında büyük savaş yaşanmaya başlanmıştır. Universal, salgın sonrasına ertelediği filmlerden “Trolls World Tour”u sinemalarda göstermekten vazgeçip 10 Nisan'da çevrimiçi olarak (PVOD-Premium Video On Demand) izleyicilerin beğenisine sunmuş ve filmin elde ettiği başarı sonrasında diğer filmleri için de aynı yöntemi uygulayacağını açıklamıştır. Bu durum benzer şekilde Disney ve Warner Bros gibi stüdyoların da aynı şekilde davranmasını hızlandırmıştır. Buna karşın ABD’nin en büyük sinema zinciri AMC de bundan sonra hiçbir Universal filminin AMC sinemalarında gösterilmeyeceğini açıklamıştır.

 

Sinema Seyirci İstatistikleri

Türkiye’de 2019 yılında 150’si yerli, 262’si yabancı olmak üzere 412 yeni film gösterime girmiştir.  Yerli film izleyici sayısının 33,7 milyon, toplam izleyici sayısı ise 59,4 milyona ulaşmıştır. 2019 yılında 976 milyon TL’lik gişe hasılatı elde edilmiştir.

2019-2020 Aylık Seyirci Karşılaştırması

Normalleşme Adımları

Önümüzdeki dönemde sinema sektörünün normalleşme sürecinin nasıl uygulanacağı hususunda sektör temsilcileri ile Kültür ve Turizm Bakanlığı çalışmalarını koordineli şekilde yürütmektedir.

Yapımcılar ve işletmeler tekrar faaliyete geçtikten sonra salgın koşullarının işletmeler, çalışanlar ve müşteriler üzerindeki etkisini azaltmak için rehberler hazırlamaktadır. 

Önümüzdeki dönemde iş uygulama kontrolleri ve kişisel koruyucu donanım (KKD) kullanımına odaklanılacağı, sektörel toparlanmanın 2021 yılında başlayacağı öngörülmektedir.

 

Dr. Öğretim Üyesi Özlem A. AKSOY: Pandemi Toplumu ve Yeni Toplumsallıklar

Tüm dünyada ölümcül bir etkiye sahip ve sınır tanımadan yayılan COVID-19 salgını, siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatı yeniden kurgulayan, değiştiren ve dönüştüren bir etkiye sahip olması beklenmektedir. Yaşamın korunması ve varlığın sürdürülmesi yönündeki önlemler ve alınan tedbirler makro düzeyde ülkelerin ekonomik ve siyasal yapılarını etkilerken, mikro düzeyde ise bireyin gündelik hayatını, toplumsallık biçimlerini, ilişkilerini temelden değiştirme yönünde ilerlemektedir. Makro düzeyde ülkeler sınırlarını kapatarak, ulaşım ağlarını sınırlandırarak hatta durdurarak, ithalat ve ihracat süreçlerinde içe dönerek küreselleşme karşında küçülmeye gitmişlerdir. Devletler kendi içyapısını güçlendirmekteyken, COVID-19 döneminin bireyin mikro yaşamına olan etkisi ise tamamen dışarıya kapanma ve izole olma şeklinde gerçekleşmiştir. Hayatta kalma dürtüsü, insanın tüm toplumsal ilişkilerine ve fiziksel bir aradalığına bir set çekmesine ve gönüllü olarak içeriye kapanmasına neden olmuştur. Bu kapanma hali ise şimdiye kadar kısmen kullanılan fakat bundan sonraki yaşamın merkezinde yer alacak olan “araç/makineye (smart machine)” bağlı bir toplumsallaşma biçimine neden olacağı öngörülmektedir. 

Bu toplumsallaşma biçimlerinin temel mecraları ise kitle iletişim araçları olarak belirginleşmektedir. Bu araçlar sadece tek yönlü bilgi akışının sağlandığı araçlar olmanın ötesinde (klasik medya araçları olarak televizyon, radyo), bireyin aktif olarak yer aldığı çevrimiçi mecralar, bu yeni toplumsallaşma biçimlerinin sanal mekânları olarak belirlemekte ve bireyin gündelik hayatının sosyal zemini olarak yerini almaktadır. Böylece insan-makine (insan-makine oluş / melez yani ne tam makine ne de tam insan oluş) ilişkisi, bu dönemin toplumsal varlığı olarak yerini almaya başlamaktadır. Makine - araç (bilgisayar, cep telefonu, internet), insanın bir uzantısı hatta bu yeni toplumsallık sürecinde bir parçası hâline gelmektedir. Makine olmadan toplumsallaşamayan insanın makineye olan bu bağımlılığı ve ihtiyacının, bu süreçte üzerine düşünülmesi gereken önemli bir tartışma noktası olduğu düşünülmektedir.  

Bireyin geleneksel medya üzerinden sağladığı bilgiye erişimi ve iletişim biçimi tek yönlü bir akış temeline dayanırken, yeni medya araçları ile birey bu iletişim sürecinde aktif ve merkezi bir konuma sahip olabilmektedir. Salgının yaşandığı yaklaşık iki aylık süreçte bireyin gerek geleneksel gerekse yeni medya araçları içindeki konumu da değişmiş ve birey daha merkezi ve aktif konuma yerleşmiştir. Elbette bunun nedeni sorgulandığında ise karantina, sosyal mesafe gibi salgın sürecinde alınan önlemlerin kaçınılmaz olarak temel iletişimi ve ilişkileri bir aracı üzerinden sürdürülmesini zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluk ise bireyin gündelik hayatının merkezine medya (araç) üzerinden kurulan ve sürdürülen yeni toplumsallık biçimlerini ortaya çıkarmıştır.

Bu değişen yapı içinde toplumsal bir varlık olarak insanın bir anda kendini içinde bulunduğu “aracı” zorunlu kılan yeni iletişim biçimlerinin ontolojisinin ve epistemolojinin tartışılması ve anlaşılmaya çalışması, gelmekte olan değişen yapının öngörülmesini sağlamaktadır. Salgın toplumu sonrası geçilecek (geçilmesi beklenen) olan normalleşme süreci, salgın öncesine göre birçok toplumsal kurumların, unsurların ve ilişki biçimlerinin değiştiği normal olmayan yeni bir normalleşme sürecinin başlayacağı düşünülmektedir. Salgın süreci boyunca deneyimlediğimiz bu yeni ilişki, iletişim ve toplumsallık biçimleri, gündelik hayatı kökünden sarsan ve alışık olmadığımız durumları normale çeviren bir yapının yaşanacağının öngörülmesi bu süreci doğru bir biçimde anlamaya dayanmaktadır.   

İletişim araçlarının kendisi, toplumsal bir varlık olan insan için, yaşamın temel sağlayıcısı haline gelmiştir. Bilgi ve iletişimin kaynağı olarak iletişim araçları varlığını güçlendirerek sürdürmektedir. Yeni medya araçlarının toplumsallığımızın asıl mecrası haline gelmesi ise dikkat çekici olmuştur. En temel ilişkiler, çalışma hayatı, alışveriş, kültürel faaliyetler (sinema, konser, tiyatro gibi), eğitim, akademik faaliyetler (konferans, toplantı, dersler vs.), sağlık hizmetleri (muayene vs.), adli hizmetler, bankacılık hizmetleri vs. bu medya araçları üzerinden sürdürülmeye başlanmıştır[3]. Toplumsallığımızı ve ilişkilerimizi bir araç üzerinden sürdürmeye başladığımız bu dönem, bazı davranışlarımızın hangi yöne doğru değiştiğinin önemli göstergeleri hâline gelmişlerdir. Bu yeni toplumsallıkların iletişim araçları (geleneksel medya ve yeni medya ayrımı yaparsak) üzerinden tanımlanması ve sürdürülmesi (sürdürülecek olması) bu mecralar üzerine daha dikkatli ve titiz çalışmaları gerektirmektedir. Dolayısıyla bu konuda UNESCO’nun Bilgi ve İletişim sektörünün görev ve sorumluluklarının ortaya konulması ve öncü olması önem taşımaktadır. UNESCO’nun öncelikli konularından olan medya ve bilgi okuryazarlığı konusu da bu süreçte daha anlamlı ve önemli hale gelmiştir. Ayrıca bilgiye ve iletişime erişimin yapısal olarak değişmesi de “bilgiye erişim hakkı” gibi “iletişime erişim hakkı”nı da (iletişim araçlarına erişim, internete erişim gibi) gündemimize taşımaktadır. Tüm gündelik yaşamın medya araçları üzerinden sürdürülmesi ve normalleşmesi (asla normal olmayacak bir normalleşme), bu araçlara atfedilen anlam ve değerin yeniden sorgulanması ve kurgulanmasını da gerektirecek denilmektir. Bu durumun ise beraberinde sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel birçok sorunu ve çıkmazı görünür kılacağı düşünülmektedir. Değişen bu yapıyla birlikte toplumsal alanın tüm unsurlarına dair anlama amaçlı sorgulama ve değerlendirmelerin yapılması önem arz etmektedir. Bu durum, sadece mikro düzeydeki bireysel yaşamları ve gündelik hayatın işleyişinin etkilemesinin tartışılması ve anlaşılmasının ötesinde yer almaktadır. Bu durumun siyasal, ekonomik, kültürel etkilerini de (dini yaşam tarzları, hukukun güncellenmesi, eğitimin işleyişi, eğlence ve kültürel yaşam, aile kurumu ve evlilik, temel sağlık hizmetleri gibi) tartışmak, gelmekte olan yeni toplumsallığa hazır olmanın/olabilmenin bir gereğidir denilmektedir. Bu durumun hem bir fırsata, güce dönüşebileceği gibi hem de bir tehdit olarak gündelik hayatın içine yerleşebileceği ihtimali üzerinde de durulmaktadır. Dolayısıyla bu mecraların yaygınlaşması ve kullanımının daha bilinçli ve daha doğru bir biçimde yapılmasının, bireylerin ve toplumların yapısında anlamlı bir etkiye sahip olacağı düşünülmektedir.   

 

Prof. Dr. Mutlu BİNARK: Covid-19 Ve Pandemi Sürecinde Platform Kapitalizmi, Platform Ekonomisi, Verileştirme, Veri gözetimi, Dijital Eşitsizlikler ve Yeni Okuryazarlıklar

COVID 19 virüsü kaynaklı küresel ölçekte deneyimlenen salgın, medya ve yeni medya ekosistemlerinin üretim ve dağıtım yapıları, yeni medya ekosisteminin ekonomi politiği ve kullanıcı pratikleri üzerinde önemli ölçüde değişikliklere neden olmuştur.

Uzmanlar, bu konuda Türkiye’de kapsamlı bir araştırma verisi olmamakla birlikte, genel olarak ortaya çıkan yeni olguları (sorunlar ve olanaklar) aşağıdaki şekilde sıralamaktadırlar:

  • Medya ve yeni medya endüstrilerinin özelliklerine bağlı olarak üretim ve dağıtım yapılarında değişiklik yapılması (yeni medya ekosisteminde platformların kullanımının artması nedeniyle, platform ekonomisinde gelirlerin artması);

Medya, müzik ve sinema endüstrilerinin salgın sürecinde platform ekonomisine yöneldikleri görülmüştür. Özellikle Güney Kore’de, kültür politikasının aktif yapıcı kurum KOCCA, daha Mart 2020 tarihli Hallyu Global Report’da, salgın günlerinde “şov devam etmeli” derken, şov dünyası için, çevrimiçi olanakları işaret etmiştir.

  • Dünyada ve Türkiye’de uzaktan ve çevrimiçi eğitime her düzeyde geçilmesi ile birlikte gerek eğiticiler gerekse kullanıcılar için dijital okuryazarlık becerilerin gerekliliği değerlendirilmesi (farklı platformları kullanım becerisinden, içerik üretiminden, dijital güvenliğe değin);

Bu konuda, ülkedeki dijital eşitsizlik (birincil ve ikincil düzey) göz önüne alınmalıdır.

  • Türkiye’de özellikle 65+ yaş grubunun salgına yönelik ilk tedbirler kapsamında sokağa çıkmasının yasaklanmasıyla birlikte, nüfusun bu kesiminin birincil ve ikincil düzey dijital eşitsizlikleri deneyimlemesi[4]
  • Yeni medya ekosisteminde çevrimdışı uzamdan beslenen Asyalılara ve kültürlerine yönelik önyargı ve olumsuz etiketlemelerin (özellikle Çin ve Çinlilere yönelik) hızla kullanıcı türevli içeriklerle dolaşıma girmesi, ırkçı söylemlerle birleşerek büyümesi;
  • Yeni medya ekosisteminde kullanıcı türevli içerik paylaşımıyla, ana akım medyada salgın ile mücadele ile ilgili üretilen yanlış ve eksik enformasyonun hızla dolaşıma girmesi; ( DSÖ tarafından “infodemi” olarak adlandırılmıştır)
  • Türkiye’deki ana akım medyanın ürettiği yanlış, eksik ve manipülatif enformasyon, enformasyon sisi ve sosyal medyadaki veri dumanı, enformasyon teyit mekanizmalarını ve ilgili STK’ların girişimlerini gerekli kılması;(örneğin; Teyit.org)
  • Salgın sürecinde TBMM’de iki kez sosyal medya ortamlarının içerik üretim ve kullanım pratiklerinin, yurttaşın bilgiye erişim hakkınızı zedeleyecek şekilde denetlenmesine yönelik Kanun Tasarısı önergesinin verilmesi;

Her iki Kanun değişikliği teklifi de, küresel sosyal medya platformlarının ve Türkiye’deki ilgili STK’lerin girişimi ile şimdilik yaşama geçmemiştir.

  • Dünyanın birçok ülkesinde (Çin, Güney Kore, Hong Kong, Almanya, ABD, Rusya, İsrail) olduğu gibi, Türkiye’de de salgın takip mobil uygulaması yaşama geçirilmesi;

Çin gibi otoriter bir kamu erkinin olduğu ülkede, Tencent firmasının sahip olduğu WeChat adlı sosyal medya uygulaması üzerinden geliştirdikleri üç renkli QR kodlama sistemi (sınıflandırma) ile bireylerin COVID-19’a yakalanıp yakalanmadıklarını, karantinaya alınıp alınmayacağını kontrol etmiştir. Human Rights Watch’tan üst düzey bir Çin araştırmacısı Maya Wang, hükümetin suçu önlemek ve toplumu disipline etmek için inşa ettiği mevcut gözetim altyapısının, sağlık durumlarının takibi de dahil olmak üzere insanların hayatlarına dair başka yönlerini düzenlemek için giderek daha fazla kullanıldığını belirtmiştir. “Bu durum Çin’de daha büyük bir sorundur, çünkü gözetim uygulamasına ilişkin bir yasa yok ve kitlesel gözetime karşı çıkacak neredeyse hiçbir mekanizma bulunmuyor” diyen Wang, Çin’de ifade özgürlüğü ile bağımsız yargının eksikliğinin altını çizmiştir.

Avrupa’da güçlü kişisel veriler hukukun varlığı (örneğin; Avrupa Birliği Genel Veri Koruma Tüzüğü, GDPR) ve hak savunuculuğu nedeniyle, Almanya, İtalya, İrlanda, Avusturya ve İsviçre gayri merkezi yapısı olan bir uygulama kurmuşlardır.

Türkiye'de yaşama geçirilen Hayat Eve Sığar” uygulaması verilerin hükümet kurumlarının doğrudan erişimine ve kontrolüne açan merkezi bir sistem kullanmaktadır. COVID-19 takibi için, insanlar arası mesafe önemli olduğu için yalnızca Bluetooth özelliğinin aktive edilmesi yeterliyken, Türkiye'deki uygulama Küresel Konumlama Sistemi'nden (GPS) kameraya kadar birçok veriye erişim iznini kurulum sırasında edinmektedir. Bunlar, GPS ve ağ tabanlı konum bilgilerine erişim, telefon rehberi, kamerada resim çekme ve görüntü kaydetme, kablosuz bağlantılar, tam ağ erişimi, Google hizmet yapılandırmasını okuma, Bluetooth ayarları, internetten veri alma. Ek olarak, uygulamayla, kayıtlı olan e-devlet kimlik bilgilerine, e-nabız sistemi ve MERNİS (nüfus ve vatandaşlık işleri) verilerine erişimi de gerçekleştirmektedir. Uygulamayı indiren yurttaşların tüm bu verileri üç GSM operatörüyle paylaşılmaktadır. Alternatif Bilişim Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Avukat Faruk Çayır” merkezi sistemde toplanan verilerin güvenliğinin sağlanması zor. Ne kadar çok veri kaydederseniz, o kadar çok risk almış olursunuz" demektedir. Çayır, toplanan verilerin anonimliği konusunda da endişelerini şöyle dile getirmektedir: "Diğer veriler bir yana, konum verilerinin tamamen anonim hale dönüştürülmesi bile çok zor. Konum verileriyle birlikte 3 ya da 4 veriyi birleştirdiğinizde rahatlıkla kişileri tanımlanabilir hale getirebilirsiniz. Tek bir konum verisinin bile kaydedilmesi tehlikeliyken, 'Biz ne kadar çok veri toplarsak o kadar iyidir' anlayışı yanlıştır ve güvenliğinin ne kadar sağlanabileceğini de tartışmalı hale getirir." Hayat Eve Sığar uygulamasının onam metninde kişisel verilerin işlenme amaçları ayrıntılı olarak açıklanmış, 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu'nun 10. maddesi uyarınca bu metnin hazırlandığı belirtilmiştir. Onam metninde, "Bu uygulamada işlenen kişisel verileriniz bakımından veri sorumlusu T.C. Sağlık Bakanlığı'dır" denilmiştir. Uygulamada 'sağlığı koruma' amacıyla elde edilen kimlik, iletişim, konum verilerinin, kolluk kuvvetleri ile paylaşıldığı da belirtilmiştir. Salgın sürecinde güveni artırma söylemi ile halkların gönüllü veya zorunlu rızaları ile tüm dünyada süregelen veri gözetimi yaygınlaşmıştır. Uzmanlara göre,  veri uygulamaları, temel insan haklarını zayıflatılacak, ifade çoğulluğu ve çeşitliliğini kamusal alandan daha da azaltacaktır. Devletlerin ve platform kapitalistlerinin iç içe geçen veri sömürgeciliği ile algoritma denetiminin gündelik yaşam üzerinde tasnif eden ve disipline edici pratikleri yoğunlaşacaktır. Bundan ötürü de, BM, AİHK, UNESCO dâhil hak savunucusu örgütlerin bilgi ve ifade özgürlüğü mücadelesinin bir parçası haline gelecektir. Çin’de verileştirme uygulamalarının CCTV’ler ile desteklenerek yüz tanıma sistemleriyle, Rusya’da Moskova’da salgın sırasında kente yerleştirilen CCTV’lerin maskeli bireyleri dahi tasnif edebilmesi ve mobil uygulama ile eşleştirebilmesi, şeffaf ve hesap verebilir olmayan rejimlerdeki otoriter eğilimleri hiç kuşkusuz daha da besleyecektir denilmektedir. Koronavirüs Salgınını Kontrol Etmede Konum Bilgisi Verisini Kullanma” adlı yazılarında, Oskar J. Gstrein ve Andrej Zwitter; “COVID-19 gibi bir salgının yayılması kapsamlı önlemler gerektirse de, bu ölçekte konum verilerinin ve diğer kişisel veya demografik olarak tanımlanabilir verilerin kullanımının veri koruma ve gizlilik için sonuçları olan bir ‘veri çıkışı’ üretimiyle sonuçlandığını unutmamalıyız.” saptamalarında bulunmaktadırlar. Uzmanlara göre, Koronavirüs salgını özel, hızlı ve etkili önlemler gerektiren bir krizdir, fakat aynı zamanda, verilerin bağlamsal olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bir ve aynı veri kümesi farklı bağlamlarda hassas olabilmektedir ve bu verilerin meşru ve sorumlu bir şekilde üretildiğinden analiz edildiğinden, depolandığından ve paylaşıldığından emin olmak için uygun yönetişim çerçevelerine ihtiyaç duyulmaktadır. COVID-19 salgınının yerleşim verileri ışığında epidemiyolojik analiz için çok yararlı olabileceği Bir ve aynı veri kümesi farklı bağlamlarda hassas olabilmekte ve bu verilerin meşru ve sorumlu bir şekilde üretildiğinden, analiz edildiğinden, depolandığından ve düşünülmektedir. 

Bu tartışma ışığında, temas takip uygulamalarının kişisel veri güvenliği, amaç ilkeleri temelinde kullanılması gerekmektedir.

  • Çevrimiçi çalışmanın yaratıcı emek gücünün güvencesizleşmesini arttıracağı; teknik sermayenin medya endüstrisi çalışanlarında olmazsa olmaz beceri/nitelik haline gelmesi;

Uzmanlar, yukarıdaki konularda (görülen ve görülmeyen olgularda)  makro ve mikro, çoklu-metot kullanan araştırmaların disiplinlerarası bir yaklaşımla gerçekleştirilmesini tavsiye etmektedirler.

 

[2] Kaleem Aftap “Why cinemas will bounce back from the coronavirus crisis” BBC Culture http://www.bbc.com/culture/story/20200403-why-cinemas-will-bounce-back-from-the-coronavirus-crisis

 

[3] Özellikle bu süreçte artan uzaktan (internet ve telefon bankacılığın) bankacılık işlemleri, temassız kart kullanımı; çevrimiçi sağlık muayene işlemleri; çevrimiçi ders ve konferanslar; çevrimiçi iş toplantıları; çevrimiçi müze turları ve festivaller gibi.

[4] (Van Dijk, 2013, Hargittai, 2002, Hargittai vd.2019).